VAHDETİ
VÜCUD NEDİR ?
“Senin RABBİN, Yüce RABB onların nitelendirmelerinden münezzehtir.” Saffat
/ 180
Risale-i Kudsiyye'den;
Ona (Muhyiddin İbn-i Arabi k.s.) sekir hali geldiğinden (mümkin ile vacibi
ayırdedememiştir)...
Bulunduğu makamda manevi sarhoşluğun galib gelmesi ona “mümkin(mahlukat)
aynı vaciptir(MEVLA)” sözünü dedirtmiş. Sana o hal olmadığına göre sen
böyle diyemezsin. Sende o manevi sarhoşluk varsa söylersin yoksa otur
yerine. Muhyiddin İbn-i Arabi (ks) sekir halinde olduğundan “Öyle ALLAHı
noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, eşyayı zahir etmiştir, halbuki O,
onun (eşyanın) aynıdır” demiştir.
İmam-ı Rabbani (Ks) Muhyiddin İbn-i Arabi hakkında : “Onu severim fakat
bazı görüşlerini kabul etmem, çünkü o, bulunduğu makamın verdiği sekir
hali sebebiyle öyle konuşmuştur” der.
Sonradan: “Belki Muhyiddin İbn-i Arabi o makamı geçmiştir.” kimse Muhyiddin
İbn-i Arabi hakkında Bir şey demesin buyurur.
Sonra şu da varki : MEVLA'nın hakikati mümkinin hakikatine dönmez, zira
MEVLA'nın hakikati varlık, mümkinin hakikati ise yokluktur.
Netice itibariyle ;
O büyükler sekir halinde söylediklerinden mazur oldular, ancak bu sözler
onlara özenen taklitçi avamdan sadır olduğu takdirde o sözleri söylemek
ya da o görüşü kabul etmek onları kafirliğe götürdü.
Şimdi sen; Akıl kadimdir diyen ibn-i Sina hakkında kafirdir diye fetva
verildiğine göre, mümkine (yaratılmışlara), (ALLAH'a ait olan) Vacib diyenin
fetvasını siz düşünün... yani ;
Fetva : Vahdet-i Vücudu kabul eden Ehl-i Sünnete göre kafir olur ...
Bu görüşün taklidi de KÜFÜRDÜR...
Vahdet-i Vücudu kabul eden kişi; Her şey O'dur demekle (HAŞA), helada
ki necasete kimi layık gördüğünü anlayamıyor mu ?
Bunun şakası yoktur, bunu kabul eden kendi kendine “canım evliyalara zındıklık
iddiasında bulunulmuş her dönemde” diye kılıf uydursa da, çam ağacının
kendisine “bende senin gibi bitkiyim” diyen bal kabağı bitkisine “aramızdaki
bitki lafzına aldanmayı yarın güz rüzgarları çıkıp da seni kökünden dallarından
koparıp attığında görürsün” dediği gibi, can alıcı Melek geldiğindeki
ariflerin kalp damarını koparan şiddetli rüzgarları gördüğü zaman düştüğü
uçurumun ne denli korkunç olduğunu anlayacaktır...
Bu görüştekiler güneş çıktığı zaman gökyüzüne bakınca yalnızca güneşi
görüp, güneş'ten başka bir şey yok diyorlar, halbuki yıldızlar mevcuttur
(yani yıldızların misali; mevcudattır) , güneşin ziyade parlaklığı yıldızların
görünmesine engel olmuştur...
Ayrıca bu görüştekiler için helal ve haram diye bir ayrım da ortadan kalkması
gerekir ki, buna göre; insanın annesi ve kızkardeşi ile yabancı bir kadın,
su ile şarap, zina ile nikah arasında bir fark yoktur. Hepsi de mübahtır.
Çünkü hepsi de tek bir kaynaktandır. Hatta hepsi de o tek şeyin kendisidir.
Vahdet-i Vücud hakkında Büyüklerin sözleri
;
İmam-ı Gazali (Rh) dan ;
“Hûlûl ve Vahdet bundan neş'et etti de Hallac'ı Mansur: “Ene'l Hakk”,
Beyazid-i Bestami ks : “Sübhani mâ a'zama şani” dedi. Hristiyanların teslis
akidesi bunun etrafında döner. Ya onu sardırırlar ya da hûlul ettirirler
ki, kendileri de bu hususta ihtilaf halindedirler. Bu açık bir hatadır.
Aynanın karşısındaki kırmızı rengi aynada görüp aynaya “kırmızıdır” diyenin
sözüne benzer.” (İhya-u Ulumiddin / Rub'ul Âdât)
“İşte bu yolun yolcusu(salik), bazı hicâplarda aldanabilir. Meselâ, ilk
hicapta duraklayabilir ki, bu ilk hicâp, kulun kendisi ile Rabbi arasındaki
zâtıdır. Bu da ALLAH'ın C.C. nurlarından bir nur ve emr-i Rabbanidir.
Yani Hakk'ın topyekûn hakikatinin tecelligâhı olan sırr'ı kalb'dir. O,
bütün âlemi ihâta eder, herşeyin sûreti orada tecelli eder, işte o zaman
orası alabildiğine parlar. Zira bütün varlıklar olduğu gibi orada açıklanır.
Bu Sırr'ı Kalb evvelemirde üzerine perde çekilmiş bir pencere gibidir.
ALLAH'ü Teâlâ'nın nuru kalbde parlayıp perde kalktıktan sonra, bu kalbin
sahibi kalbine bakınca, onun üstün Cemâlinden hayretlere düşer ve "E'NEL
HAKK" demeğe başlar. İşte burası ayakların sürçtüğü bir yerdir. Şayet
bunun daha ilerisi kendisine açıklanmazsa buna aldanır, burada kalır ve
helâk olur da ilâhi nurlardan olan küçük bir yıldız'ın tecellisine aldanmış
olur. Bundan sonra Güneş şöyle dursun, Ay'a bile yükselemez. Burası sâlikin
aldandığı bir yerdir. Çünkü burada parlayan ile parladığı yer birbirine
karıştırılıyor. Aynaya akseden bir rengi ayna da gören kimsenin, bunu
aynanın kendi rengi sanması ve bardağın içine konan şey ile bardağın renklerinin
birbirine karışması gibidir. İşte Hristiyanlar da bu göz ile Hz İsâ'ya
baktılar. İlâhi nurun kendisinde parladığını görünce şaşırdılar. Yıldızı
aynada veya suda görenler gibi. Onu aynada veya suda zannedip elleri ile
almak istediler. İşte bunlar aldanmışlardır.” (İhya-u Ulumiddin)(Ayrıca;
Ne sahabeler, ne mezhep imamları, ne de asırlarına yön vermekle vazifeli,
İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Abdulkadir-i Geylânî gibi mümtaz zâtlar
böyle bir yolda gitmişlerdir. Onlar bütün gayretlerini nübüvvet vazifesi
dediğimiz, insanları irşat etme, ikaz etme, hakkı sevdirme, bâtıldan nefret
ettirmede merkezleştirmişlerdir.)
İmam-ı
Rabbani (ks) ;
70 bin evliyanın serdarı ikinci bin yılın yenileyicisi hakkında Hadis
Şeriflere mazhar olmuş, imam-ı Rabbani ks hazretleri buyuruyorlar ki ;
(Şiir: Rablerin Rabbiyle toprak arasında ne münasebet olabilir. /mektubattan)
İkinci cilt birinci
mektup ;
Gerçekte varlık ve vücup her ne kadar ALLAH'ın birer sıfatı olsa da, ALLAH
bütün isim, sıfat, şe'n ve itibarların ötesindedir. O aşikar ve gizli
olmanında ötesindedir. O tecelli, zuhurat, mükaşefe ve müşahadelerinde
ötesindedir. ALLAH Sübhanehü ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde sonra
yine ötelerin ötesindedir.
Bilindiği gibi “varlık” her hayrın ve kemalin,
“Adem” (yokluk) de her şer ve noksanlığın kaynağıdır.
Şu halde Varlık ALLAH'a sabit, yoklukta mümkün(sonradan yaratılmış)
varlıkların nasibi olur.
Şu halde bütün hayır ve kemal ALLAH'a , bütün şer ve noksanlıklar da biz
mümkün olan varlıklara aittir.
Mümkinat alemi için varlık ispat ederek onlara hayır ve kemal isnadında
bulunmak hakikatte mülkünde ALLAH'a şirk koşmaktır. Bunun gibi mümkün
varlıkları ALLAH'ın ZAT'ının aynısı, mümkün varlıkların fiil ve sıfatlarını
O'nun fiil ve sıfatlarının aynısı görmek de edepsizlik olup, gerçekte
ALLAH'ın isim ve sıfatlarında sapkınlığa düşmektir.
“Nerde o güç düşük çöpçü için (öyle çöpçü ki) , noksanlık ve zati pislikle
vasıflanan”
Onlar gölgesel varlığın ancak hayal ve vehim mertebesinde olduğunu düşünmekte
ve mücerred ehadiyetten başka hariçte hiçbir varlığın bulunmadığını savunmaktadırlar.
Onlar, Ehl-i Sünnet'in (ALLAH onlardan razı olsun) hariçte ispat ettiği
sekiz sıfatın ilim makamından başka bir varlığının olmadığını ileri sürerler.
Böylece hem zahir alimleri hemde Muhiddin İbn-i Arabi takipçileri itidalden
uzaklaşıp ifrat ve tefrit uçlarında yer almışlardır.
ALLAH'ı alemin aynısı olarak görmek, hatta ALLAH'ı alemle ilişkilendirmeye
çalışmak bu fakire çok ağır gelmektedir.
Yani özetlersek ;
“Sana güzellikten her ne ulaşırsa, bil ki Allah'tandır; Kötülükten de
başına her ne gelirse anla ki sendendir!” Nisa/79
Vücub => Varlık => ALLAH => Her türlü kemal ve hayırlar sahibi
Adem => Yokluk => Mümkin(yaratılmışlar) => Her türlü şer ve
noksanlıkların kaynağı
DOĞRU => Ehli Sünnet
Akaidine göre ;
herşey O'ndandır (Doğru olan budur)
YANLIŞ => Vahdet-i Vücutçulara göre ; herşey
O'dur (Bu küfürdür)
Birinci cilt Mektup 44'den alıntılar;
Eşyayı Hakk Sübhanehünün bizzat Kendisi olarak gören ve her şey aslında
O'dur Vacip olan mümkün olmuştur ve Lâ misli olan, misliye dönüşmüştür
bu gibi düşünceler küfür, dinsizlik, sapıklık ve de zındıklıktır.
Birinci cilt Mektup 266 ;
Allahü teâlâ, hiçbirşeye hulûl etmez. Hiçbir cism içine işlemez. Hiçbirşey
Ona hulûl etmez.
Mümkün olan bizlerin ALLAH'ın ZAT'ı, sıfat'ı ve fiili hakkında hayret
ve bilgisizlikten başka nasibi yoktur.
Allahü teâlâ, hiçbirşey ile ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla
birleşmez. (Şeyh Muhiddin İbn-i Arabi hakkında) Şeyh keşifte makbul birisi
olarak görülüyor. Halbuki ehl-i sünnet'e muhalif düşen bir çok bilgisi
yanlıştır. Belki de keşfinde hata yapmış olduğu için mazur sayılabilir.
Tabi bu fakirin Şeyh Muhiddin İbn-i Arabi ile ilgili özel görüşüdür. Ben
onu makbul kimselerden addediyorum. Fakat aykırı bilgilerini hatalı ve
zararlı kabul ediyorum.
Özetlersek;
Bayezıd-i Bestami ve Hallac-ı Mansur’un keşfen ve makamen yaşadıkları
bu halleri, hiç şüphe yok ki Muhyiddin-i Arabi'de yaşamıştı. Ancak, onlardan
sonra bu iş çığırından çıkmış, bu hali yaşayan ve yaşamayan her sufi,
ulu orta bu meseleden konuşmaya başlamıştı.
Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin dini ilimlere vukufiyeti, ne İmâm-ı Rabbânî
devrinde, ne de günümüzdeki Vahdet-i Vücudu yaşadığını iddia edenlerde
mevcut değildir. Kaldı ki Muhyiddin-i Arabi’nin eserlerinin tahrif edildiği
iddiası, sadece günümüzde değil, Osmanlı’nın ulu şeyhülislamı Ebus Suud
Efendi tarafından da dile getirilmektedir.
İmâm-ı Rabbânî, tasavvufun büyüklerinde görülen bu hali, bir manevi sarhoşluk
(sekr) hali olarak idrak ve ifade ederek, Vahdet-i Vücud halinde karar
kılmanın, nakıslık (eksiklik) olduğunu izah etmiştir. Vahdet-i Vücud’un
bir üst mertebesinin Vahdet-i Şühud olduğunu, kendi nefsinde ve keşiflerinde
yaşayarak, ümmeti, büyük ve girift bir halden kurtarmıştır.
Günümüzde nasibi olmayan, insanları irşad selahiyetinden uzak, daha kendi
nefsini terbiye edememiş zevatın, toplumun önüne geçip Vahdet-i Vücud’u
anlattıklarını üzülerek müşahade etmekteyiz. Ne var ki Muhyiddin-i Arabi'nin,
Hallacı Mansur’un yaşadıkları halleri, aştıkları makamları, içine düştükleri
girift ve tehlikeli vartaları (tuzak/hata) bilmeden, bu çıkmaza saplananlar,
İmâm-ı Rabbânî'den (ks) hiç bahsetmemektedirler.
|